Translate / Tercüme et

Wednesday 21 April 2010

ADÜ'de Konuşan Banu Avar: “Camilerin Bombalanması Senaryosunu 1998'de ABD'deki Rand Corporation Yazdı!”

BANU AVAR ADÜ'DE SARSICI KONUŞTU!
















ADÜ'de Konuşan Banu Avar: “Camilerin Bombalanması Senaryosunu 1998'de ABD'deki Rand Corporation Yazdı!”
aydın haberleriaydın haberleri

[08-04-2010]

Atatürkçü Düşünce Derneği Aydın Şubesi ve Adnan Menderes Üniversitesi Atatürkçü Düşünce Topluluğu'nun birlikte düzenlediği söyleşide konuşan gazeteci, yazar ve tv programcısı Banu Avar'ın "Hangi Dünya Düzeni ve Aydınlar?" konulu konuşmasında dün yayınladığımız açıklamalar kadar çarpıcı başka iddialar da yer aldı.

Avar'ın aynı konuşmada dile getirdiği ifadelerden bazıları özetle şunlar oldu:

“Müthiş bir asker olan İsmet İnönü batıya düşkündü, Tanzimat kafasıyla düşünen bir liderdi ne yazık ki. İngiltere ve Fransa ile hiç olmayacak inanılmaz üçlü bir anlaşmaya imza attı. O anlaşmanın maddelerini iyi okuyun. Ve Atatürk ölür ölmez, Tevhid-i Tedrisat rafa kaldırıldı, kolejler açıldı. Arkasından Masonik cemiyetler açıldı. 1946 yılında da Amerikalılarla anlaşma imzalandı. Bütün bunlar başımıza geldi ve o gün bugündür AB sultasından ve Amerikalıların gizli gizli bizi eritip bitirmesinden kurtulamıyoruz.

Türkiye'de çok uzun senelerdir bizi yönetenlerin büyük bir çoğunluğu ya Rockefeller Vakfı'ndan, ya Ford Vakfı'ndan burs almış, ya AIESEC ile yurtdışına gitmiş, ya Amerika'da ya da AB'de doktora yapmış, ya İngiltere'de feyz almış, geldiği zaman gözlüğünü takmış, kendi insanlarına hayvan diye bakmış, hep seçkin olmuş. İşte bu nedenle Tayyip Erdoğan başımıza gelebildi. Biz bundan dolayı O'nu seçtirdik. Biziz kabahatli olan. Öncekiler, gözlüğünü takıyor, küçük bir Almancık, küçük bir Amerikalıcık, küçük bir İngilizcik gibi kendini varsayıyor. Adam Türkiye topraklarının gerçeğinden sentez yapamamış ki... Aydın ne demek? Kendi toprağından sentez yapan adam demek. Kendi toprağıyla ilgisi yok ki, kendisini batılı hissediyor, ve halk da onu batılı hissediyor. Halkın yanına gittiği zaman hiçbir zaman halkla kucaklaşamayan bir aydın kitlemiz var. Bir defa bu gerçekleri kabul edeceğiz. Benim babam 1893 doğumluydu, bütün o dönemin savaşlarında savaşmış ve Cumhuriyet'in ilk yıllarında bürokrasinin başında yer almış, bütün o dönemlerin hatalarını yazmış. Dolayısıyla elimizde nelerin ne kadar hatalı gittiğini gösteren belgeler var. Şu anda yayınlamayacağım ama daha sonra bütün bu belgeleri ortaya koyacağım.

Bunları tartışıp konuşmalıyız ki bir yere varabilelim. Varacağımız yer, bu AB sultasından, beynimizi Erasmus'a ve AB'ye hediye etmekten vazgeçmek ve kendi ülkemizin gerçekliği içinde birşeyler yapmaya çalışmaktır. Eğer bunu yapamazsak, hakikaten kaybolur gideriz. Bunun için de en önemli şey, aydınların halkla buluşması gerekmektedir. Halkın yanına gidip halka inme lafını kullananlardan bahsediyoruz. Halka inilmez. Halkla yanyana olabiliyor musun? Onunla öncülük yapabiliyor musun birlikte? Tekel işçisinin yanında, Tariş işçisinin yanında, TES-İŞ'in yanında, 56 tane kapanacak olan hidroelektrik santralinin işçilerinin yanında yer alabiliyor musun? Öyle bi tane değil, hergün yanlarında mısın? Ben gittiğim her şehirde önce onlara giderim. Mesela buraya TES-İŞ'ten geliyorum. Şehit analarını ziyaret ederim, Tekel işçisi varsa onlara giderim, İzmir'e gidiyorsam Tariş'in önüne giderim. Bunu aydın olan herkesin hergün ve özellikle de gençlerin yapması gerekiyor.

Bu memlekette direnen ve çok zor durumda köleleştirilmeyle karşı karşıya bırakılan insanların yanında aydınların sapasağlam yer alması gerekiyor. Bu işlerin seçimle falan ilgisi yoktur. Çünkü biliyorsunuz seçim sistemine göre direkt olarak kimi seçeceğimizi bile bilmiyoruz. Adam bir bakıyoruz hiç seçmediğim Ahmet Davutoğlu'nu getirip kafama koyuyor, Kemal Derviş'i getirip koyuyor, Mehmet Şimşek'i getirip koyuyor. Biz birebir 'seni seçiyorum' diye oy veremiyoruz ki! Bir al gülümver gülümdür senelerdir sürüyor. Bütün bunlar sürerken yapılacak iş, kor gibi yanan Tekel işçisine sahip çıkmaktır. Türkiye'yi değiştirecek olan budur, Tekel işçisidir, Tariş işçisidir, şeker işçisidir, hidroelektrik santrali çalışanıdır. Çünkü içinde bulunduğumuz bu çağ, işçinin öncü olduğu çağdır. Gırtlağında onlar hissediyor testereyi, onların gırtlağı kesiliyor. Biz gidiyoruz, şuydu, buydu, Yaprak Dökümü, Ferhunde kiminle yattı diyoruz bitiyor iş! Onun için bırakalım bunları.

Nobel ödülü şerefsiz bir ödüldür. İsveç'in bu ödülünü en iyi araştırmış insanlardan biriyim. Sene 2006, Orhan Pamuk, bu şerefsiz ödülü aldı. Nobel kazanan Jean Paul Sartre da 'Şerefsiz bir ödüldür, kabul edemem' demiştir. O dönemde beni TRT'den atacaklarını söylediler. Neden? Namık Tan beni arayıp 'Banu Hanım, en iyi dostumuz İsveç'e siz nasıl?' falan dedi. O en iyi dostumuz İsveç, her gece 'Geceyarısı Ekspresi' filmini yayınlıyor. Ben İsveç'te 6 ay yaşamış bir insanım. Hergün Türkler, Çinliler, Ruslar gibi yabancılar aleyhine, ama özellikle Türkler aleyhine bir film vardır orada. 'En iyi dostunuz bu mu sizin?' Dedim.

Akabinde biliyorsunuz, kendine tırnak içinde aydın ve gazeteci diyen bir adam, bunlar batılılar ya, kendilerine 'ombudsman' gibi isimler takmaya bayılırlar, işte böyle adamlardan bir tanesi Sabah gazetesinden çıktı ve 'Bu kadını 216'dan hapse atın' dedi. Oysa kendisi aynı anda '301 kalksın' diyordu. Bunlar bu kadar da ikiyüzlü olabilirler. Orhan Pamuk'un aldığı bu 1,5 milyon Euro'luk ödül tesadüf tam o zamana denk geldi. Benim programım da yayınlandı. O gazeteci ki kendisi de İsveç vatandaşıymış. İsveç büyükelçisine telefon açtı, hemen arkasından büyükelçi Dışişleri Bakanlığı'nı aradı, Dışişleri TRT'yi aradı ve bu kadını atın dendi. 10 bini aşkın mail geldi. Türkiye televizyonlarında ilk kez böyle Bir şey oldu. Tam da seçim yılıydı o nedenle bu kadar mail gelince çekindiler atmadılar. Ama Suriye'yle, Halep'le, İsrail'le ilgili ve diğer bütün programlarım yarı yarıya kesildi, baltalandı ve paramparça edildi.

O demokrasi havarileri var ya bu ülkede, demokrasi, insan hakları, etnik kökenlerin hakları diye bağıranlar neredeydiler bizim canımıza okunurken? Hiçbir zaman sesleri çıkmaz onların. Benim gibi binlerce insanın emeği çarçur edildi. Atıldılar, sürüldüler, kimsenin sesi çıkmadı o ekiplerden.

'Türkiye bölünsün abi, öyle istiyorum ben' diyince özgürlük oluyor, ama insanlar harap ediliyorlar, 4C ile köleleştiriliyorlar, bütün emeklerinin içine ediliyor ama hiçkimsenin sesi çıkmıyor.

Bütün bunlar olduktan sonra 'Büyük Ortadoğu Projesi' diye bir bölüm yapmaya başladım, içeriye bir adam girdi, elindeki zarfı verdi. Açtım, '15 gün önce atıldınız kardeşim' yazıyordu. Odama gidene kadar bütün evraklarım silinmişti! Erdoğan hala demokrasi mi diyor, emeğe saygı mı diyor, insan hakları mı diyor? Benim bütün emeklerim gitti... 'Basın özgürlüğü hiç bu hale gelmemişti' diyor. Gerçekten öyle, hiç bu hale gelmemişti. Ağzını mı açıyorsun, yarın Silivri'desin. Yarın biz gelir evine Bir şey gömeriz nasılsa. Taraf gelir iki tane şey yazar, Utah'tan yazdırır gönderir olur biter. Tamam içeri girersin. Bu kadar basit oldu ha?

Ama şunu unutuyorlar, bu milletin bir genetik hafızası var. Bu millet bir süre duruyor, bir süre sabırla dinliyor, bir süre bakıyor. Ama ondan sonra bir kalkıyor, canına okuyor. Böyle bir millet var burada Onun için bilmedikleri bu zannediyorum. Bu yüzden bir sürü psikolog, psikiyatrist falan gönderiyorlar buraya. Clinton'un, Bush'un, Obama'nın Psikolojik Operasyonlar Başkanı'nı, bir Kıbrıslıyı seçtiler bunun için. Kendisi bir yönetmene Mustafa Kemal'in filmini yaptırıyor. Atatürk o filmde görülebilecek en korkunç şekilde gösteriliyor. Ben bir ışık ustasıyım, hiç mütevazi olmayacağım, ışığı iyi bilirim. Atatürk'ü o kadar korkunç göstermek için 2,5 saat yanak ışığı yapmak lazım. Masmavi iğrenç bir ışıkla iğrenç bir lider resmediliyor. Karşısında bir udçu, elinde buzlu rakısı, tam bir kötüleme. Dünyanın en güzel adamlarından biriydi Atatürk, bunu bütün yabancılar da söylüyor. Veda filmi de aynı şekilde. Zülfü Livaneli ne yaptığını biliyor mu? Birebir bunlar Amerikanın önümüze koyduğu Freudyen numaralar. Bırakın bunları. Yok annesini kıskanmış, yok babası bilmem ne yapmış, bunları yemiyoruz. O filmlerde ne yaptılar, 1930'lardan sonra Atatürk zevk-ü sefaya dalmıştı, devamlı ud çaldırıp rakı içiyordu, bol bol sigara pofurdatıyordu, başka da Bir şey yapmamıştı izlenimi yaratıyorlar.

Halbuki hastalığının en ağır zamanında bu insan kalkıp Hatay için 'Çete Reisi olacağım be, bu Meclis'te de hayır yok, bu partide de hayır yok. Bıktım bu etrafımdakilerden, burada Hatay gidiyor kimse yerinden kıpırdamıyor.' diyor. Göbeği kocaman olmuş hastalıktan, ölmek üzere artık ve diyor ki o haldeyken bile, 'Ben gidiyorum, cumhurbaşkanlığından da istifa edeceğim, herşeyden de istifa edeceğim, normal bir vatandaş olarak Suriye tarafına geçeceğim, orada bir çete harekatı düzenleyeceğim ve Hatay'ı alacağım' diyor. Ve Hatay'a gidiyor. Ve inanılmaz bir diplomasi örneği gösteriyor. Kaynak Falih Rıfkı Atay'ın Çankaya'sı ve Hasan Rıza Soyak'ın 'Atatürk'ten Hatıralar'ıdır. Bütün gençlerimiz okusunlar, bizden gizlenen gerçek Atatürk o eserlerde yazılıdır. Zaten Büyük Nutuk'u iyi okursanız görürsünüz. O dönem Hitler tehdidi Avrupa'da büyümekte. Balkan Paktı'nı yapıyor Atatürk. Sonra sırtını doğuya, İran'a, Sovyetlere, bugün çatışmalara asker gönderdiğimiz Afganistan'a dayıyor. Hitler'e set çekiyor. Türkiye'yi çevreleyen bütün bu ülkelerin generalleriyle, general üniformasını giyerek Hatay'ı isteyen Fransız temsilcisi Mösyö Ponsol'un karşısına çıkıyor ve 'Bütün bu ülkelerin generalleri olarak sana diyoruz ki, ayağını denk al' diyor. Ve o Fransız anında toz olup gidiyor. Bu iş böyle yapılır, diplomasi budur.

Peki biz ne yaptık? İsveç sadece Ermenileri değil, Keldanileri, Asurileri, Rumları, Kürtleri, bütün azınlıkları kestiğimizi resmen kabul etti, bunu söylüyor. Büyükelçimizin geri çağrıldığı hemen manşetlere çıkıyor. Ama 3 gün sonra o büyükelçimizin İsveç'e geri döndüğü küçücük bir haber olarak çıkıyor kimse görmüyor. Amerika'ya da gidiyor Başbakan.

ABD'deki bir resmi sitede Yunanistan Başbakanı, Hollanda Başbakanı Balkanende ve dünyayı yöneten birçok insanın ve Abdullah Gül'ün de ismi var ve 'Bunları biz yetiştirdik' diyorlar. Demek ki şablonun birinci adımı bu. 1994 yılında bunu ben birebir yaşadım. BBC'den Nick Kaubeck aradı ve Refah Partisi ile ilgili program yapmak istediklerini söyledi. Erbakan'dan randevu isteyeyim dedim ama O'nu istemediklerini söylediler. Kimi istersiniz deyince, Büyükşehir Belediye Başkanı'nı, Erbakan'ın yardımcısı Gül'ü ve Fehmi Koru'yu görmek istediklerini söylediler. Bir hafta sonra Pasifik'in en önemli radyo televizyon kurumu ABC aradı, birebir aynı konuşma ve aynı isimleri istediler. Bir hafta daha sonra Amerika'nın en önemli devlet radyo televizyonu PBS aradı, yine Erbakanı istemediklerini, yerine o üç isimle röportaj talep ettiklerini söylediler.

1994 yılının, o senenin sonunda Türkiye'nin ABD Büyükelçisi Abromovitz demişti ki, 'Bu Erbakan bu işi beceremiyor, daha kravatlı, daha şehirli görünümlü bir başkan lazım' 1994 yılında başımıza kimlerin geleceğine kim karar vermiş belli. Başka örneklerini de vereceğim.

Unutmayın ki, CIA istasyon şefi Nelson Letski diyor ki, 'TBMM'nin tamamında varım'. Bu kadar cüretkâr bir açıklama duymadım. Bütün partilerin içinde var olduklarını söylüyor. Çünkü bu bölge Asya'nın kapısı, Avrasya'nın kilidi diyor. Bütün Amerikan Başkanları bunları söylüyor. Tek tek belgelerini size gösterebilirim.

Şablon şu, başa onların istediği adamlar getirilir. Ülke, bir tek tıkırtı kalmayacak şekle getirilir. Herşey özelleştirilir. Yugoslavya'da da böyle yapıldı. Ben de Balkan kökenli olduğum için tek tek araştırdım. Aynen böyle olmuş. Topraklar özelleştirmeyle hediye edilir, insanlar işsiz kalır, bankalara borçlandırılır. O bankalar da adamı yerler. Topraklar bu şekilde elden çıkar. Rockefeller, Rols Royce gibi isimler o bankaların içindedirler. Bir de bakmışsınız toprağınız gitmiş. Örnek Filistin'dir. İşsizlik giderek artar, eş zamanlı olarak etnik sendikacılığı kurarsınız. Sırplarla Hırvatları böyle ayırdılar. Arkan diye bir adam, paramiliter güçler, serbest silah satışı başlatıldı ki bizde de mecliste benzer yasa çıkmak üzere. Hemen akabinde de Kızılyıldız-Dinamo maçında düğmeye basıldı ve iç savaş başladı.

Aynı zamanda o sıralarda kadınları tamamiyle tepkisiz kılmak için pembe dizisi furyasıyla hepsini ekrana bağlamışlardı. Amerika bunları 10 yıl sonra açıkladı. Bizde de aynı şekilde Yaprak Dökümü, Bihter, Behlül, Yemekteyiz programında hanım pazarlayan bir kadının ekrana çıkması rezaleti. Altımızdan toprak alınırken kadınlarımız sadece Bihter'i Behlül'ü izliyor. Ülkede ne olduğundan haberi yok. Format atmak diye bir psikiyatrik kol var. Adama karmaşık Bir şey anlattığın zaman hemen 'Ben sıkıldım' diyecek, kafası almayacak. Bütün bu televizyon programları 68 ülkede aynı anda ekrana geliyor, dikkatinizi çekerim. Siz olmayan küresel bir tiplemeyi sizlere dayatıyorlar. Pentagon'da senede iki defa bütün Hollwood ve müzik sanayii toplantı yapıyor, modanın, televizyon programlarının ne olacağına karar verirler.

Bütün bunların ardından iç savaşa sürüklerler. 1998 yılında Rand Corporation denilen Amerikan derin devletinin bir kuruluşu bir senaryo yayınladı. Balyoz'dan çok önce yayınladı bunu. Birebir aynısı. O senaryoya göre Çorum'dan başlayarak Alevi bölgelerinde 8 cami bombalanır. Bunun sonucunda Sünniler Alevilere saldırır, Alevilerin önüne ordu, Sünnilerin önüne polis gücü çıkar. Düğmeye basılır iç savaş başlar. Barış Gücü askerleri gelir, iç savaşı ayırmak için Türkiye topraklarına yerleşir. Bunu Rand Corporation 1998'de yazdı. Şimdi bize bunu yedirmeye çalışıyorlar.”

Banu Avar'ın çok çarpıcı ve olay yaratacak nitelikte olan, belgeleriyle dile getirdiği, CIA ve Soros ile Türkiye'deki çeşitli sivil toplum örgütleri arasındaki bağlantılara sık sık örnekler verdiği açıklamalarını www.mucadele.com.tr internet sitemizde görüntülü olarak izleyebilirsiniz.

(Güçlü ÇEZİK)

Source/Kaynak: mucadele.com.tr

No comments:

Post a Comment